Monday, July 30, 2012

Ah Jesus sevgilim!







İnsan ömrü düz bir çizgi olamaz. Evet bir noktadan başlıyoruz ama yolun sonuna varana kadar elli kere dönüp dönüp daha önce bulunduğumuz noktalarda bir daha, bir daha bulunuyoruz.  Mesela 18 Haziran pazartesi akşamı, ben yine ömrümün gerilerde kalmış bir noktasındaydım: Londra Palladium’da, bir zamanlar duvara posterlerini astığım, sesine, o ilahi görüntüsüne aşık olduğum Chris Cornell’i dinledim.
Aslında uzun zamandır takipteydim. Londra’ya geleceğini biliyordum. Önce bilet fiyatları pahalı geldi. Sonra hepsi “sold out” oldu. Sonra “Amaaan zaten songbook ile geliyormuş, tın tın içimiz bayılır” diye geçiştirmek istedim. Ama olmazdı, o bu kadar yakınımdayken gitmemek içime sinmezdi. Öyleydi böyleydi derken, Chris’i benim kadar seven dostum BP’yi ikna ettim. Ve son dakika hadi gidelim, şansımızı deneyelim dedik. Plan şuydu: Kapıda bilet var mı diye soracaktık, yoksa karaborsacılarla pazarlık yapacaktık. Olmadı gidip bir yerlerde güzel bir yemek yiyecektik.
İşten erken çıkan ben saat 7 sularında Oxford Street’deki Palladium’un kapısındaydım. Önce kapıdaki kalabalığı görünce “Eyvah!” dedim, “Hiç şansımız yok”. Sonra hala açık mı acaba diyerek gişeye yöneldim. Açıktı. Ekşi bir suratla gişedeki adama “Bütün biletler satıldı değil mi?” diye sordum. Adam, “Elimde birkaç tane geri dönen bilet var” dedi. Biletler hesapladığımızdan çok daha ucuza, üstelik şahane bir yerdendi. Chris’in tam karşısında, Royal Circle denen bölümde, salonun tam orta yerinde!
Kapılar 7’de açılıyordu. Chris Cornell saat 8:45’te sahneye çıkacaktı. Öncesiyle bir derdimiz yoktu, oyalandık. Biz içeri girdik, yerimize oturduk, hemen ardından koyu bir karanlığın içinden bir ışık hüzmesi belirdi. Ve Chris (ah Jesus sevgilim!) işte oradaydı.  Efsanevi “Jesus Christ Pose”daki o eski halinden başkaydı, azcık göbek bile yapmıştı ama hala çok güzeldi.
Evet bir alternatif rock kahramanını Londra’da, normalde “Oz Büyücüsü”nün sahnelendiği bir tiyatroda akustik dinlemek garipti. Yani biz onun o hırçın, yüksek volümlü hallerine alışkındık. Böyle bir sandalyenin tepesinde, romantik romantik çalıp söylemesi önce tuhaf geldi.
Şöyle bir sahne düşünün: Yerde bir Afgan halısı, sol köşede bir pikap, ortada bir sandalye, yanında kırmızı bir telefon ve arkada dizilmiş 8 gitar. Hepsinin merkezinde bir rock star!
Gözümüzün alışması vakit aldı tabi.
Chris Cornell tüm kariyerini yaklaşık 2 saat 30 dakika süren akustik bir şovda özetlemiş. “Songbook” adı altında bunu yaklaşık 1,5 yıldır yapıyor. İlk şovlar Amerika’daydı. Önceleri sadece hayranlarına değil, kendisine de garip gelmiştir bu hali kesin. Ama öyle görünüyor ki zaman içinde alışmış, pek güzel oturtmuş. Zaten Chris Cornell kuşağının en yaratıcı, en yorulmaz ismi. Onunla aynı dönemde yetişen pek çok adam arasında çağı yakalayabilen nadir isimlerden. Kendisi de itiraf ediyor, arada anlamsız işler de yaptı ama denemesi, bazıları gibi 20 sene öncesinde kalanla yetinmemesi şahane.
Konser “Scar On the Sky” ile başladı. Audioslave’in Bush hükümetine geçirdiği protest parçası “Wide Awake”i, o halde herhalde sadece yine Chris Cornell söyleyebilirdi.  Şahane sesinin nelere kadir olduğunu o sıra öğrendik. Çok değil birkaç parça sonra eskilere gitti. Mother Love Bone’dan Andrew Wood’u anarak ve “İşte size bir Andy parçası” diyerek “Man of Golden Words”ü söyledi. Sonra mazimizde yeri ayrı Temple of the Dog’dan “Hunger Strike” geldi.
Bir ara bir Led Zepplin parçası çaldı. Sonra bir ara Paul McCartney’nin doğum gününü kutladı, Beatles’dan “A Day in the Life”ı söyledi. Parçayı anons ederken de şöyle dedi: “Biliyor musunuz Paul McCartney’e şövalye ünvanı verdiler. Neden, çünkü tonla vergi veriyor. Verdiğine değer mi, emin değilim. Bazen bana da Sir diyorlar. Umurumda değil. Ama Paul McCartney’i severim.”
Soundgarden’dan “Burden In My Hand”, bir başka klasik “Call Me A Dog”,  Audioslave’den “I Am The Highway”, yine Soundgarden’dan “Blow Up The Outside World”ün ilginç bir versiyonu, konserin diğer güzellerindendi.
Bu arada salonda tuhaf bir kalabalık vardı. Belki biz kendimizi hala genç sandığımızdan, bir kere yaş ortalamasını yüksek bulduk. Böyle bildiğiniz etekli ceketli kadınlar vardı. Yanısıra Pearl Jam tişörtü giymiş bir grup şaşkın da gördük. Yani biraz karışık bir izleyici grubuydu. Ama Chris Cornell herkesi memnun etti. Bir ara salonda parçaların adını bağıranlara takılıp “Parlamentodan beter oldu burası” dedi. Sonra istenen parçalardan birini “Transilvanya” diye anladı, başladı Transilvanya parçası uydurmaya:
“Transilvanyaaaa…/Drakula yüzünden itibarı kötüdür/Ama bu uzun zaman önceydi/Bırakalım şimdi bunu/Futbol takımları var mııııı?”
Setlist’te 30 parça filan vardı. Bir Chris Cornell vazifesi olan “Black Hole Sun”ı haliyle sona saklamıştı.
Özetle; Sanki o akşam 17 yaşındayız, Chris Cornell bizim eve gelmiş, karşımıza oturmuş, evet kızlar hangi parçalarımı dinlemek istersiniz diye sormuş ve sırayla her sevdiğimizi söylemişti. Arada espriler yaptı. Biz güldük. Beraber plak bile çaldık.
En şekeri konserin sonunda cep telefonuyla salondakilerin fotoğrafını çekmesiydi. Royal Circle’da biz hepimiz ayaktaydık. Chris diğerlerine “Bakın bunlar kalkmış, siz de kalkın” dedi ve fotoğrafımızı çekti. Fotoğraflar ertesi gün Twitter’daydı.

No comments:

Post a Comment