Monday, April 30, 2012

“The English Way”

                                
Londra bence olağanüstü bir şehir. Ama her büyük şehirde olduğu gibi Londra’da da kimi zaman yorgun düşüyorsunuz. İşte bu yüzden haftasonları Londra dışına çıkmak, Londra’da yaşayanlar için sıkça alınan nefeslerden. Ancak Londra dışında bir haftasonu için plan program yapmak gerek çünkü hem herkes çok yoğun çalışıyor hem kalacak yerden kiralanacak arabaya kadar bürokrasisi bol pek çok operasyonu gerçekleştirmek vakit alıyor. Biz şubat ayında karar verdik, nisan sonunda hedefe ulaştık.
Bir cuma akşamı iş çıkışı, saat 7 sularında, Edgware Road’da Herzt ofisinin önünde buluştuk. Hertz’den arabayı aldık ve yola koyulduk. Planda 6 kişiydik, arabamızı ona göre seçmiştik. Konforlu hatchback bir Ford. Ama J Stephan ve Hitchem gelemeyince biz dördümüz geniş arabamıza rahatça kurulduk; Direksiyonda Fabien, navigator olarak yanında Thibaut ve arkada Özlem’le ben. Cuma trafiğinde Londra’nın dışına çıkmak biraz zahmetli oldu ama sonrası gayet kolaydı. Yaklaşık 2 saatte Cotswold’daki muhtesem cottage’ımıza ulaştık. Nefis bir bahçe, şömineli bir oturma odası, kuzineli bir mutfak, şahane banyolar ve rahat yataklar.
Cumartesi sabahı hava berbattı! Londra’nın çalışkan bulutlarını aratmıyordu gökyüzündeki bulutlar, kova kova yağmur yağdı. Ama Kraliçe gelse Cotswold’u keşif arzumuzdan bizi alıkoyamazdı. Arabaya atladık, kısa bir sürüşten sonra ilk durağımız Chipping Campten’a ulaştık.
Cotswolds’un kuzeyindeki Chipping Campten, ufacık tefecik dükkanları, çay evleri, pubları ve taş evleriyle bölgedeki onlarca şirin kasabadan sadece biri.
Londra’da Ingiltere’de yaşadığınızı anlamadan rahatlıkla uzun süre geçirebilirsiniz. Bana kalırsa dünyadaki en kozmopolit, en çok kültürlü ve en dünya vatandaşı seven şehir Londra. İngiliz yaşam tarzını anlamak için biraz Londra dışına çıkmak gerekiyor. Cotswold gibi lokasyonlar işte bu iş için de ideal çünkü İngilizlerin “The English Way” dedikleri bu yaşam tarzının küçük ama çok önemli detaylarını buralarda attığınız her adımda buluyorsunuz. Örnegin: Londra’da parlemento binasının civarı da dahil olmak üzere ortalıkta pek İngiliz bayrağı göremezsiniz. Burada neredeyse her kapıda asılı.
Tarihi çok eskilere dayanan 5 çayı hikayesini herkes bilir. Saat 17:00-19:00 arasında gerçekleşen bu hadisenin kökeni 1800’lü yılların başlarına uzanıyor. Bedford’un 7’nci Düşesi Anna, iki öğün arası karnı acıkınca uydurmuş bu geleneği. O zamanlar İngilizler iki öğün yiyor: Sabah kahvaltısı ve akşam yemeği. Anna’nın 5 çayları, maharetli hizmetkarlarının elinden çıkan kekler çöreklerle ünlenince diğer düşesler arasında da hemen yaygınlaşmış, sonra oteller de bu adete uymuş ve işte bugünlere kadar gelmiş.
Cotswold bölgesindeki kasabalarda 5 çayı için özel tasarlanmış çay evlerinden-tea room- mutlaka bir ya da birkaç tane var. Londra da pub cenneti ama yerel biralardan içip fish and chips ya da roast yiyebileceğiniz tipik İngiliz pubları yine bu kasabaların vazgeçilmezleri arasında.
Biz bu The English Way konsepti dahilinde Chipping Campten’da bir çay evinde brunch yaptık. Badgers Hall’da yediğimiz meyveli “scone”ların -yine tipik İngiliz olan bir tür çörek-tadı damağımda kaldı. Çay ve sandviçler de harikaydı. Ozlem’le muhteşem bir tier’ı, tam bir İngiliz asaletiyle paylaştık!
Chipping Campten’dan sonraki durağımız yine harika bir başka kasaba olan Broadway’di. Burası Galler’e yakın Cotswold’un en popüler kasabalarından biri. Harika evleri, 12.yy’dan kalma ve nefis vitrayları olan bir kilisesi ve yerel yiyeceklerin satıldığı bir çarşısı var. Aksam yemeği için alışverişimizi Broadway’den yaptık. Peynir, şarap, sebze ve meyve… Fabien’in hayali bahçede barbeküydü ama hava muhalefeti nedeniyle mümkün olmadı. Yine de yılmadı bize nefis etler pişirdi. Patlıcan ve patates cipsleri eşliğinde servis etti. Zaten Fransızlarla yemek bir şölen! Thibaut ve Fabien’in hazırladığı yemekler kadar seçtikleri şarabın da tadı şahaneydi. Ozlem’le ben de peynirler konusunda fena iş çıkarmadığımızı düşünüyoruz. En azından bu konuda herhangi negatif bir eleştiri almadık.
Cotswold’da konaklamanın çeşitli yöntemleri var. Bizim gibi, yeme içme işini kendinizin becerdiği muhteşem cottage’ları kiralayabileceğiniz gibi B&B -bed and breakfast- ya da çok yıldızlı oteller de var. Ancak "The English Way" nasıl diye meraktaysanız kesinlikle tercihinizi cottage’dan yana kullanın derim. İngiltere’de country yaşamı elit bir şey. Ahali öyle taşralı filan değil, gayet royal! Bahçe kültürü inanılmaz gelişmiş mesela. Her evin harika bahçeleri var. Güzel havalarda bu bahçeler 5 çaylarıyla şenleniyor. Evlerin içiyse dekorasyon dergilerinden fırlamış gibi. İncecik güzelim detaylarla dolu. Yollar boyunca uzanan yeşilliklerdeki atların, ineklerin, koyunların, domuzların güzelliğini de ekleyelim.
Cumartesi akşamı gecemiz şömine karşısında şarap ve peynirle sonlandı. Pazar sabahıysa fırtınaya uyandık. Ögle saatlerinde, bahçemizi kullanamadığımıza üzgün ama yine de memnun cottage’dan ayrıldık. Bir başka Cotswold kasabasında, yine bir İngiliz geleneği olan ‘sunday roast’ -İngilizlerin kızarmıs koyun, biftek ya da domuz eti yiyip yanında bira içtiği çok da matah olmayan geleneksel pazar menüsü-keyfinden sonra Stow on the Wold’a ulaştık. Orta yerinden küçük bir nehrin aktığı Stow on the Wold’da hava muhalefeti nedeniyle hızlı bir tur atıp yola devam etmek zorunda kaldık. Ama burası benim favorimdi diyebilirim.
Bu arada Cotswold’daki şehir ve kasabaların olmazsa olmazlarından biri de antika dükkanları. Bizi pek açmadı ama meraklısına ilginç gelebilir. Ha bir de şeker dükkanları var, ufacık tefecik pek şirin. Türlü türlü fudge-türkçesi yumuşak şekerleme- satın alabileceğiniz bu dükkanlardan birinde biz Türk lokumu bulduk:limonlu-güllü!
Londra’ya dönmeden önce son durağımız Burford oldu. Yine 5 çayı için kısa bir süre konakladığımız bu kasabada biraz alışveriş de yaptık. Mesela Cotswold’da arıcılık meşhur. Burford’un ünlüsü Huffkins’den, bölgenin çiceklerinden beslenen Cotswold arılarının yaptığı ballardan aldık. Londra’da çay keyfine devam etmek için biraz scone vs vs daha…
Cotswold yolculuğu boyunca bize yerel radyolar eşlik etti. Free FM ve Heart FM’ın iki favorimiz olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Onlara çok şey borçluyuz. .Diğer yandan çok uğraştık, asaletimizi koruyalım dinleyelim dedik ama opera yayını yapan yerel kanala ne yazık ki çok uzun süre sadık kalamadık.
Yolculukları en güzel şarkılar anlatır, o zaman Cotswold maceramızın top 3 parçasıyla bitiyorum:
*Hande ve Özlem için Use Somebody, KOL
*Fabien için Somebody That I Used to Know, Gotye
*Thibaut için I Believe I Can Fly, R. Kelly



                                     



                                        
                       





Sunday, April 22, 2012

Broadway Market


                         
14 Nisan 2012. Bugün Atlas ve Mouse ile tanıştım. Broadway Market’da, her zamanki yerimde oturmuş Henri Cartier Bresson’un  fotoğraf üzerine yazılarını (The Mind’s Eye) okuyordum. Önce Mouse geldi. Güzeller güzeli... Uysal, ağırbaşlı, canayakın gri bir tazı. Yanıma oturdu. Beni izlemeye koyuldu. Kahvemi kokladı, pek hoşuna gitmedi. Yan masaya döndü. Sonra tekrar bana baktı. Ben de ona… Birkaç dakika göz göze daldık. Sonra ben kitabıma o yan masadaki eğlenceli şeylere döndü. Derken Atlas geldi. Ayağında kırmızı converseleri, boynunda çiçekli kırmızı beyaz bir fular. 1,5 yaşında karpuz reçeli bir oğlan çocuğu. Annesinin elinden kurtulup Mouse’a yanaştı. Mouse sessiz sakin onu kokladı.
Atlas elini uzattı, Mouse patisini...
Mouse havladı, Atlas kahkaha attı.
Tam 1 saat birlikte oynadılar.  Ben de kitabı bıraktım onları seyrettim. Nefisti !
*
Yanımda fotoğraf makinem yoktu. Atlas ve Mouse’un o güzelim hallerini görüntüleyemedim ama elimde bol bol Broadway Market fotoğrafı var. Çünkü burası benim gizli bahçem. Bazı şeyler en iyi göz önünde gizlenir! Hadi o zaman size biraz Broadway Market’dan bahsedeyim:
Angel’daki evimi çok tesadüf eseri buldum. Angel adının güzel, evin işe yakın olmasının dışında buralara dair bildiğim pek şey yoktu. Bir gün ofisteki kızlardan biri nerede oturduğumu sordu. Angel’da dedim; “Aslında tam merkezde değilim, Regents Canal’ın yanındayım. Angel ile Old Street arasında bir yerlerde...”  Kız bana Broadway Market’a gidiyor musun diye sordu sonra. Broadway Market’ı duymuştum ama bana yakın olduğunu bilmiyordum. Hayır dedim. Sonrasında tam 2 hafta Broadway Market aradım. Haritadan bakıyordum, eve çok yakındı ama bir türlü bulamıyordum. Bir pazar yine ben Broadway Market ararken, sokakta yine ofisten biriyle karşılaştım. “Ne yapıyorsun” diye sordu. “Broadway Market’ı arıyorum” dedim. “Gel ben seni götüreyim” dedi!
Eve o kadar yakınmış ki önce buna çok bozuldum. Sonra beklediğimden küçük ve sıradan buldum. Ama sonra her gittiğimde ayrı bir detay keşfettim ve git gide daha çok sevdim.
*
Broadway Market London Fields’den Regent’s Cannal’a uzanan küçük bir cadde. Doğu’da Hackney sınırları içerisinde bulunuyor. Eski zamanlarda burada meyve sebze pazarı kurulurmuş. 2000’li yıllara kadar pazar küçülmüş küçülmüş, sadece birkaç tezgah kalmış. Sonra 2004 Mayıs ayında cumartesi günleri yeniden kurulmaya başlamış. Şimdilerdeyse capcanlı ve tezgahlarında sadece meyve sebze değil çiçekler, pastalar, ekmekler, kitaplar, plaklar da bulmak mümkün. Londra’nın bohem ahalisi buralara yerleştikçe cadde daha da kimlik kazanmış. Pazarın etrafında harika kafeler, publar, kitapçılar, butikler filan falan da var.
Çok beğendiğim bir şahsiyet olan David Cronenberg’in 2007 tarihli Eastern Promises filmi Broadway Market’da geçiyor. Sonradan öğrendim, pek çok başka film de çekilmiş burada. Cronenberg’in filminde bir berber dükkanı vardı. Orayı tespit edemedim henüz ama favorilerimi bağımsız bir kitapçı olan Broadway Bookshop, harika kahveler yapan ve köşesinde Jim ve Jack’in çaldığı L’eau a la Bouche, kanaldan caddeye girer girmez solda bulunan ve adına hasta olduğum çiçekçi Rebel Rebel ile her seferinde olur olmaz plakları sorduğum, sonraki hafta bulup getirdikçe arkadaş olduğum Nick amcanın tezgahı olarak sıralayabilirim. Ha bir de Cat&Mutton var. Sokakta ayaküstü, plastik bardaklarda bira içip yabancılarla (!) kaynaştığımız bar...
Broadway Market en çok Cuma ve Cumartesi günleri şenlikli oluyor. Ama hafta içi bence daha güzel çünkü sessiz sakin, kendi halinde… Tam bana göre !






Sunday, April 15, 2012

Bir ruh manifestosu



Gökyüzü yarın yine mavi
ve yumuşak olacak
Hiçlikten sonra...Ben gittiğimde
Milyarlarca ışık yılı sonra
Hala orada olacak


Günlerden cuma. Bir Picasso sergisi için Tate Modern'deyim. Yanılmışım. Sergi başka bir galeride. Cuma akşamları Londra'da müzeler saat 10:00'da kapanıyor. Ama benim sonrası için başka planlarım var. Diğer galeriye gidecek vaktim yok. Buraya kadar gelmişken ne varmış bakalım. Birkaç abtract sanatçı ve biri daha...Yayoi Kusama. Serginin afişinde çekik güzel bir kadın renkli topların üzerine uzanmış tepetaklak bana bakıyor. Ilginç. Hadi o zaman görelim kimmiş bu Kusama...

Galeriden içeriye ilk adımı attığımdan bu yana 1 aydan fazla oldu. Ve ben o zamandan bu zamana neredeyse her gün Kusama'yı düşünüyorum. Onunla yatıp onunla kalkıyorum. Sergiyi 3 kez gezdim, Kusama hakkında ne varsa okudum, yine de kesmedi. Bu yazıyı aslında o ilk gün hayal etmiştim ama bir türlü doyamadım, nereden başlayacağımı bilemedim. Hala bilmiyorum ama artık yazmalıyım. Yazmalıyım yoksa bir daha geri gelmemek üzere Yayoi'nin sanatı gibi 'physedelic' haller içinde kaybolacağım.

*

Ufak tefek bir Japon kadın düşünün. Boyundan büyük tuvallerle New York sokaklarında dolaşıyor. Noktalara takıntılı, sonsuz noktalar var tuvallerinde. Bazen balkabakları çiziyor bazen vajinalar penisler. Bazen çıplak vucutları boyuyor gündüz gözüyle ortalık yerde. Mesela Central Park'ta ya da Brooklyn köprüsünün üzerinde...Bazen makarnadan elbiseler yapıyor. Bazen bir kayık çiziyor, boş bir odaya yüzlercesini kopyalıyor. Bazen nehirlerin üzerine aynadan toplar diziyor bazen karanlık odaları sonsuz ışıkla dolduruyor. Menekşelerle, köpeklerle konuşuyor.

Ufak tefek bir Japon kadın düşünün, hayallerinin peşinden okyanuslar aşmış. 60'li yıllarda bugün bile yapılamayanı yaparak milyonları peşinden süreklemis. Andy Warhol'un, Davis Smith'in, Herbert Read'in, Adolph Gottlieb'in yakın arkadaşı olmuş. çizmiş, boyamış, filmler çekmiş, kostümler dikmiş, aktivist olmuş, yazar olmuş, müzisyen olmuş. Kendi ülkesinde hic anlaşılmamış, yaptıgı sanat degil şaklabanlık sayılmış. Yine de pes etmemiş. Hep aynı sıkıcı sorularla kafasını bozan gazetecilere iç çamaşırlarını gösterip toplumun 'saygıdeger' işadamlarına seks partileri düzenlemiş. Gaylerin lezbiyenlerin dostu, özgür seksin en ateşli savunucusu olmuş ama hayatında hiç seks yapmamış...

*

Yayoi Kusama 22 Mart 1929'da Japonya'da Matsumoto şehrinde, 4 çocuklu orta sınıf bir ailenin 3 numarası olarak dünyaya gelmiş. Hic anlaşamadığı sürekli kavga ettiği bir anne, geyşaların peşinde koşan seks bağımlısı bir baba. 2. Dünya savaşı öncesi Japonyası'nın kapalı, boğucu, iç bunaltıcı atmosferinde geçen bir çocukluk ve genç kızlık. Ve Kusama'yı Kusama yapan Amerika.

Hep 'tuhaf' bir çocuk olmus. Içine kapanık, huysuz, huzursuz. Ilk çizimlerini ailesinin buğday tarlalarında, buğday başaklarının arasında yapıyor. 13 yaşlarında filan..Aslında ilk çizdikleri gördüğü halüsilasyonlar. Mesela bir bahar günü tarlalarda çizim yaparken etrafindaki menekşeler onunla konuşmaya başlıyor. Her bir menekşe ayrı bir yüze dönüşüyor. Bacakları titriyor, çığlık atmak istiyor ama atamıyor çünkü menekşeler sesini çalmış. Koşarak eve donüyor, kendini odaya kilitliyor ve menekşeleri çizmeye başlıyor. Yüzlercesini çiziyor, yüzlerce ayrı kağıda, tuvale ne bulursa ona.

*

'Matsumoto Japon Alplerinin irili ufaklı tepeleriyle çevrilidir. Erken öğleden sonraları buğday başaklarının arasında resim yaparken o tepelerin arkasında güneşin sakladığı ne var, hep merak ederdim' diyor otobiyografisinde. Işte bu çocukluk merakı, büyüdükçe yabancı toprakları kendi gözüyle görme arzusuna dönüşüyor.önce Fransa Başbakanı'na bir mektup yazıyor:

'Sayın bayım,
ülkeniz Fransa'yı görmek istiyorum
Lütfen bana yardım edin
Yayoi Kusama'

Fransa'dan yanıt gelmiyor tabi. Ama bu arada zaten Kusama'nin ilgisi çoktan başka bir ülkeye, Amerika'ya çevrilmiş bile. Savaş bittikten hemen sonra Matsumoto'da ikinci el kitaplar satan bir kitapçıda Georgia O'Keeffe'nin bir kitabını goruyor. Matsumo gibi bir taşrada bu kitabın işi neydi o da bilmiyor ama onu Amerika'ya götüren bu kitap oluyor.

'Georgia O'Keeffe'nin resimlerine bakarken neden bilmiyorum bir şekilde eğer Amerika'ya gidersem bana yardım edebilecek kişinin O olduğunu düşündüm. Bildigim tek Amerikalı sanatçıydı ve bir arkadaşımdan duyduğuma gore en ünlüsüydü. Ve ona bir mektup yazmaya karar verdim.'
Kusama yine bir bilinmeze yolladığı mektubuna bu kez cevap alıyor. Georgia O'Keeffe büyük bir nezaketle ona yazıyor ve yardıma hazır olduğunu söylüyor.

*

Yayoi Kusama 27 yaşında Japonya'dan ayrılıyor. O yaşına kadar boyadığı yüzlerce tuvali yakarak, ardında sanatına dair hiçbir iz bırakmadan... Ve Amerika'ya ilk kez 18 Kasim 1957'de ayak basıyor. Ilk durağı Seattle oluyor. Seattle'da ilk kişisel sergisini dönemin ünlü galerilerinden Zoe Dusanne Gallery'de açıyor. Sergi ses getiren bir başarı gösteriyor. Seattle'da kalması için çok ısrar ediyorlar ama O en başından beri hedefledigi son destinasyona, New York'a doğru yola koyuluyor.
New York'ta önce bir Budist cemaatinin Zen egitimi almış oğrencilere sağladığı hostelde kalıyor. Sonra bir studyo tutuyor. Kendi sozleriyle New York, Seattle ile karşılaştırıldığında yeryüzündeki cehennem:

'Sorun üzerine sorun, mücadele üzerine mücadele... Günlük yemek bulmak, boya ve tuvaller icin para yetiştirmek, göçmenlik ve vizemle ilgili sorunlar...Stüdyomun pencerelerinin pek çoğu kırıktı. Yatağım, birinin sokağa bıraktığı eski bir kapıydı. Sadece tek bir battaniyem vardı. Stüdyo bir ofis binasında yer aldığından ısıtma sistemi saat 6'da kapanıyordu. New York Kuzey Kutbu kadar soğuktu ve ben iliklerime kadar donuyordum. Bu soğuk eklem yerlerimde ağrıya sebep oluyor uyuyamıyordum, Uyuyamadıkça kalkıp resim yapıyordum. Günlük yiyeceğim bazen bir arkadaşın verdiği bir avuç kestane ya da koşedeki balıkçının çöpünden topladıgım balık kafaları oluyordu. Eve gelip kaynatıyor, çorba yerine içiyordum. Elimde hiçbir şey yoktu ama biliyordum kalbimin istediği buradaydı, New York'ta.'

Stüdyosunu tuttuktan bir süre sonra Georgia O'Keefe Kusama'yı ziyarete geliyor. Onu sanat simsari Edith Halpert ile tanıştırıyor. Kusama'nın yolu bu tanışıklık sayesinde epeyce açılıyor. Ama artık daha çok çalışması lazım:

'Her gün gün ağarmadan kalkıyor, gece geç saatlere kadar çalışıyordum. Stüdyom kısa süre içinde tuvallerle dolmuştu. üzerinde sonsuz ağlardan başka hiçbir şey olmayan tuvallerle. Arkadaşlarım soruyorlardı: 'Yayoi iyi misin? Neden her gün aynı şeyi çizip duruyorsun?'
Aslına bakarsanız bu durum sıklıkla beni de endişelendiriyordu. Bir tuvali noktalardan oluşan ağlarla kaplıyordum sonra bu ağları masaya, yere de boyuyor ve son olarak kendi vücüduma örüyordum. Ben bu sureci tekrar tekrar yaşadıkca ağlar bir sonsuzluğa bürünüyordu. Kendimden geçiyordum ve ağlar beni ele geçiriyordu. Kollarıma, bacaklarıma, elbiselerime ve nihayet bütün odaya doluyorlardı.
Bir sabah uyandım ve bir gece önce pencereye çizdiğim ağlara gözüm takıldı. Kalkıp dokunmak üzere elimi uzattım ve ağlar derime yayıldı. Derim ağlara dönüşmüstü. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bir tür panik atak geçirdigimi düşünerek ambulans çagırdım. Bu durum sıkca başıma gelmeye başlamıştı. Birkaç günde bir ambulansla hastaneye taşınır olmustum. Artık doktorlar beni gördüklerinde gözlerini çevirip 'yine mi sen' diyorlardı. Sonunda bu durumun tedavisinin burada olmayacağını söyleyip bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine gitmemi önerdiler.'

*

Ama Kusama bir akıl hastanesine gitmek yerine delice resim yapmaya devam ediyor. Ve rüyası Ekim 1959'da gercekleşiyor. Downtown 10 numarada, Brata Gallery'de New York'taki ilk kişisel sergisini açıyor. 'Obsesyonel monokrom' adlı bu sergide kompozisyonu reddeden ve bir merkezi olmayan çok sayıda siyah beyaz noktayla kaplı tuvalleri sergileniyor.
Tekrar eden desenlerdeki monotonluğun izleyeni sersemletip şaşırttıgı, hipnotik dinginliğinin ruhu hiçliğin vertigosuna sürükledigi sonsuz ağlar, Kusama'ya hatırı sayılır bir ün getiriyor. Işleri Avrupa'daki Zero Art akımının, New York orjinli Pop Art'ın habercisi olarak yorumlanıyor. Ama Kusama bu akımlarla ya da herhangi başka bir akımla filan ilgilenmiyor. Onun düşüncesi bambaşka:

'Sınırları olmayan bir dünyada sonsuzluğu tahmin etmek ve ölçmek arzusundaydım. Gizem ne kadar derindi? Sonsuz sonsuzluklar evrenin ne kadar ötesine gidebiliyordu? Bu soruları sorarken aynı zamanda tek bir polka noktasına da bakıyordum, kendi hayatıma.Tek bir polka noktası, milyarlarcasının arasında tek bir nokta...
Bir gun Avrupa'da ün yapmış bir sanatçı kapımı çaldı ve bana şöyle dedi: 'Yayoi biraz da dışına bak. Beethoven ya da Mozart dinlemiyor musun? Neden Kant ya da Hegel okumuyorsun? Dışarıdaki dünyada bir dolu guzel şey var! Bu anlamsız egzersizi gece gunduz daha ne kadar tekrarlayabilirsin. Bu vakit kaybı!'
Ama ben polka noktalarının büyüsündeydim. Matisse'i, Picasso'yu getirin, kimi getirseniz getirin hepsinin karşısında polka noktalarımla dimdik ayakta durabilirdim.'
*
Kusama kendini modern Alice olarak tanımlıyor. Lewis Carroll'un Alice'inin 60'lı yılların sonundaki hipi versiyonu O ve harikalar dünyası en az Alice'inki kadar renkli ve sonsuz.

Sonsuzluk takıntısının bence en şairane işlerinden biri Tate'deki sergisinde görme imkanı bulduğum 'Infinity Mirror'. Karanlık kare bir oda düşünün. Dört bir yanı aynalarla kaplı. Ve tavandan yere uzanan kırmızı sarı yeşil mavi  renkli ışıklar var. Yılbaşında çam agaclarının üzerine konan renkli yanıp sönen toplar gibi. Bu ışıklar bazen aynı anda bazen sadece kırmızı bazen sadece yeşil bazen mavi yeşil bazen sarı yanıyor. Ve sonra bu odanın orta yerinde duran kendinizi hayal edin!

*

'şiddetten ve savaştan nefret ederim. Insanoğlu çözüm bulmak icin sayısız yol denedi ama bunlar devam edecek. Nihayetinde kavganın temeli basit bir nedene dayanıyor: Erkeklerin penisi var. Erkekler o şeylere sahip oldukları sürece savaşlar ve şiddet de devam edecek' diyor Kusama ve işte bu sözler harikalar dünyasındaki en heyecan verici yolculugun çıkış noktası oluyor. Yayoi Kusma, psikomatik sanatıyla çağdaş Amerikan sanat alemini ilk kez seksle tanıştırıyor. 
1967 yılında 'body paint festival'-vücut boyama festivali- adı altında bir 'etkinlik' düzenliyor.
Manhattan 5.Caddedeki St Patrick's Katedrali'nin önünde sergilenen performansta bir grup genç kadın ve erkek üzerlerindeki kıyafetleri çıkarıp birbirlerini boyuyor, sonra öpüşüp sevişmeye başlıyor ve bu esnada 60 kadar Amerikan bayrağı yakılıyor. Günlerden pazar... Associated Press, The United Press International, New York Times.. herkesler orada. Etkinlik 40 kadar polisin çıplak hippilerin uzerine çullanmasıyla sona eriyor. Kusama aynı etkinliği, sonrasında kendi stüdyosunda gazetecilerin önünde sergiliyor. Sonra yeniden sokaklara çıkıyor.

Bu arada etkinliklerinde yer almak isteyen onlarca gönüllüden bir cast oluşuyor. Bu castın icinde ağırlıkı gay ve lezbiyenler var. Hippi ruhunun hızla yayıldığı, 'savaşma seviş' sloganlarının giderek daha yüksek sesle söylendiği o günlerde, Kusama'nın etkinlikleri de haliyle büyük ilgi goruyor. Castı genişliyor, takipçileri çoğalıyor. Ve o günler New York'ta akla gelebilecek her türlü seks servisinin sunulduğu günler. Gay lezbiyen seksin öne çıktığı klüp partileri, işadamlarına ya da politikacılara özel otel odası partileri, her tür fetiş seks şovlar vs vs...Ve böyle bir ortamda hem sokakta hem stüdyosunda gerçekleştirdiği etkinliklerle Kusama'nın adı 'Hippilerin Kraliçesi' olarak anılmaya başlıyor.

'Her etkinlikte 10-15 kanunu çiğniyorduk doğru ama bu durumun benim sanatımla hiç ilgisi yoktu. Evet hippilerle takılıyordum. özgür seksi destekliyordum. Ama ne uyuşturucuyla ne de lezbiyenlikle hatta seksin hiçbir biçimiyle ilgim yoktu. Her zaman ekiple arama bir mesafe koyuyordum. Bana 'sister'-kızkardeş- diyorlardı ve onlar için ben ne kadın ne erkektim, cinsiyetsizdim.'

Kusama çıplaklık ve seks üzerine etkinliklerini filmlere de dönüştürüyor. Bazılarında kendisinin de yer aldığı bu filmler çok sayıda uluslararası festivalden ödül alıyor. Ardından Kusama müzikalleri, Kusama moda şovları geliyor. Neye elini atsa altın oluyor, ses getiriyor. Amerika başta olmak üzere tüm dünyada hatırı sayılır bir isim haline gelen Yayoi Kusama, anavatanı Japonya'daysa bir şaklaban, seks manyagı, yüz karası gibi bir dolu yaftayla anılmakta. Kusama'yı hiç enterese etmiyor ancak hala Japonya'da olan anne babası ve kardeşleri bu durumdan hayli muzdarip. Annesinden sık sık 'ölseydim de bu günleri görmeseydim' benzeri cümlelerle dolu mektuplar alan Kusama, sadece işin bu yönüne üzülüyor.

*
Yayoi Kusama, 1970 yılında, ayrılışından tam 13 yıl sonra ilk kez Japonya'ya gidiyor. çıplak vücut boyama etkinliklerini Tokya'da sergiliyor ve koşarak Amerika'ya geri dönüyor. Japonya dönüşü kendini bir sanat simsarı olarak konumluyor ve yeniden tuvale, bu kez farklı ve birden fazla malzeme kullanarak dönüş yapıyor. Kusama hayatındaki tek ilişkiyi kendisi gibi sıradışı bir sanatçı  olan Amerikalı Joseph Cornell ile yaşıyor. Tanıştıkları gün Kusama'ya aşık olan Cornell bu ilişkiye onu şiirler, saatlerce süren telefon konuşmaları, resimler, mektuplarla ikna ediyor. Ancak 60'lı yılların ortalarında başlayan ve Kusama'nın 'romantik, tutkulu ama platonik' olarak tanımladığı bu ilişki Cornell'in 1972 yılında ölümüyle sona eriyor. Zorlu Japonya ziyareti sonrası bu ölüm, Kusama'yı derinden etkiliyor. Fizigi ve haleti ruhuyesi iyiden iyiye kırılgan hale gelince kendi isteğiyle bir akıl hastanesine yatıyor.

Kusama akıl hastanesine taşındıktan sonra da sanat yapmaya devam ediyor. 1978 yılından itibaren resim ve heykel çalışmalarının yanısıra aralarında kendi otobiyografisinin de yer aldığı kitaplar (şiirler, romanlar) da kaleme almaya başlıyor.

Yayoi Kusama bugün 83 yaşında, içinde bir stüdyo kurduğu o hastanede yaşıyor ve sanat yapmaya devam ediyor çünkü sanat onun ruh manifestosu!


P.S Bu yazıyı yazarken bol bol Ozric Tentacles dinledim. Buna vesile olan, sergiyi benimle gezen ve ayrıca 1 aydır benden bıkmadan Kusama dinleyen BP'ye teşekkürlerimle...


Londra, 14 Nisan 2012









Tuesday, April 10, 2012

Postacı


                         

SE10 8UG, N1 7BE, EC2A 1PQ, E1 6BG, W9 2BT, N1 0RW, W1D 4HT… Posta kodları bunlar! Londra herşeyden çok postakodu demek. Burada işler hala, bizim Türkiye’de çoktan unuttuğumuz posta üzerinden dönüyor. Faturalar, banka ekstreleri, konser biletleri, mobilyalar, herşeyin ama herşeyin yolu postadan geçiyor. Pasaportunuzu, kimliğinizi bile postayla gönderiyorlar. İşte bu yüzden posta kodu da posta kutusu da çok önemli.

Londra’nın ruhuna yaklaşmak için gelmeden önce İstanbul’daki arkadaşlarıma birer kartpostal vermiştim, bana yazın gönderin diye…
Sadece birkaç tanesi yazıp gönderdi. Gönderenlerin de çoğu, yurtdışında doğmuş büyümüş ya da bir süre yaşamış olanlardı. Önce bozuldum bu duruma, ama sonra hak verdim. Dedim ya biz Türkiye’de postayı çoktan unuttuk, böyle bir alışkanlığımız kalmadı ki.

Londra sokaklarının en önemli 3 ikonik karakteri arasında posta kutuları da yer alır (diğer ikisi routemaster (kırmızı otobüs) ve telefon kulübeleridir) Evlerin posta kutularıysa şahanedir. Benim öyle şık bir posta kutum yok. Ama posta aralığı olan bir kapım var. Buradan fırlatıyorlar zarfları. Büyük birşeyse gelen o zaman kapıyı çalıyor postacı!

Geçenlerde ilginç bir şey oldu. Kapıyı açtım, baktım ne var diye, sarı bir zarf gördüm. Bana değildi. Alt katta oturan evsahibime de değildi. Bir kadın adı yazıyordu üzerinde, adres benim adresti. Ve zarf bir müzik dükkanından gelmişti. İyice merak ettim. Kediyi merak öldürür; açıp baktım içinde ne var diye. Harika bir mızıka çıktı. Üzerinde işlemeler olan gümüş kaplama bir mızıka! Hemen zarfa geri koydum, ertesi gün evsahibime sordum. Benden önceki kiracıymış. Kızın yeni adresini buldum ve zarfı ona gönderdim. Eline ulaştı mı bilmiyorum...

Londra’da bu posta konusu mühim, Royal Mail hayatın bu kadar içinde olunca ben de havaya girip İstanbul’daki aileme, arkadaşlarıma çok sık posta gönderir oldum. Ancak ne yazık ki Türkiye’de posta alışkanlığı kalmadığı gibi posta sistemi de pek iyi işlemiyor. Birkaç tane adresine ulaşamayan postam oldu. Aralarında bana geri gelenler var, akıbeti belli olmayanlar da.

Posta çok romantik bir şey ayrıca. Mektup kağıtlarından zarflara, adresi yazdığın kalemden zarfın üzerine yapıştırdığın pula kadar bir dolu detayı var. Kırtasiyesi bol. Şu sıralar olimpiyat pulları var mesela. Kraliçe’nin jübilesi için basılan özel pulları da yine bu sıralar bulmak mümkün.
Pul koleksiyonum olsa hepsinden alırdım, ama yok!



Monday, April 9, 2012

Boris'in bisikleti


Cocukken yazları en büyük eğlencemiz bisikletlerimize atlayıp maceralı yolculuklara çıkmaktı. Ilk bisikletim kardeşimle ortak kullandığımız sarı kırmızı bir BMX'di. Sonra o büyüyüp bisiklete adamakıllı el koyunca bana yenisi alındı. Beldesan Kuğu! 80'lerin sonunda kız çocuklarının rüyalarını süsleyen bisiklet. Aslında bana kalsa bir dağ bisikletini tercih ederdim. öyle olsaydı daha iyi olurdu zira narin kuğumun canını acıttığım çok maceram oldu. Bizim yazlık evin arkası o zamanlar boş tarlaydı. Hafif eğimli yer yer taşlık bir arazi düşünün. Canım arkadaşım Sinem'le yukarı çıkar aşagı doğru kaptırırdık. O her zaman daha temkinliydi ama ben akrobatik hareketler denemeyi severdim. En sevdiğim ellerimi bırakıp pedal çevirmekti. Yine böylesi bir deneme esnasında yokuş aşağı inerken dengem bozuldu ve üç takla atarak bisikletten düştüm. Sinem arkadan geliyordu. Beni yerde görünce çıglık attı. Bisikletin arasına sıkışmıştım, başımın hemen yanında da büyükçe bir taş vardı. Sinem kafamı taşa çarpıp bayıldığımı düşünmüş. Ben gozümü açınca derin bir oh çekti. Bisikletin fren kolu kasığıma girmiş. Hala izi var. Bu olay sonrası 1 hafta sokağa çıkmam yasaklandı. Evde oflaya poflaya oturdum. Sonra yine başlasın macera!

Havalı lise yıllarında bisikletle arama mesafe girdi. Artık yazlık eve pek gitmiyorduk, bisiklete binmek yerine başka şeylerin peşinde koşuyordum. Universite yıllarımda o zamanki erkek arkadaşımla sık sık Büyükada'ya giderdik. Ada yeniden bisikletle aramızı yaptı.
Malum Istanbul'da bisiklete binecek pek yer yok. Anadolu yakasında oturanlar şanslı ama bizim yakada bırakın bisiklete binmeyi yürümek bile zor. Ben de bisiklete binmek için her firsatta atlar adaya giderdim.
Londra'ya geldikten sonra artık bisiklete binmek için uzun yolculuklar yapmama gerek kalmadı. Bisiklet hayatımın bir parçası oldu. Boris sayesinde...

*

Boris Johnson, tam adı Alexander Boris de Pfeffel Johnson, Londra'nın belediye başkanı. 1964 doğumlu,  Muhafazakar Partili politikacı, politikaya atılmadan önce gazetecilik yapıyormuş.
Kariyerine The Times'da başlamış. Sonra The Daily Telegraph'da çalışmış. En son olarak da The Spectator dergisinin editörluğünü yapmış. 2001'de parlementoya girmiş. 2008'de de belediye başkanı seçilmiş. Annesi Türk asıllı!
Boris Johnson hali hazırda Ingiltere'nin politik arenasında en renkli simalardan biri. Sadece kızıl dağınık saçları, heyecanlı konuşmaları nedeniyle değil cin fikirli projeleriyle de hayli dikkat çekici bir şahsiyet.

Orneğin 2008 yılında toplu taşım araçlarında alkol kullanılmasına kafayı takıp bir proje yaratmış. Aynı yıl Haziran ayından itibaren metroda, otobüslerde, DLR'da içki yasağı getirmiş. Sonra national rail trenleri de buna dahil olmuş. Ama Londra ahalisi sessiz kalır mı? Yasaktan bir gün once yüzlerce kişi Londra metrosunda eylem yapmış. 6 istasyon kapanmış, çok sayıda tren hasar görmüş, görevli ve polisler saldırıya uğramış ve 17 kişi tutuklanmış.

Bugünkü durum: her yerde içki içebilirsiniz!

Boris çok tartışmalı bir karakter. Biraz Slyvester (The Cat) gibi. Söz konusu içki yasağı gibi başka cin fikirleri de var. Ama son cin fikri tartışmasız iyi fikir!

Boris Ingiltere'nin en büyük bankalarından Barclays'i arkasına alıp bir şehir bisikleti projesi inşa etti. Sehrin her yerine bisiklet istasyonları kurdu. Bu istasyonlardan bisiklet kiralayıp şehirde nereye gitmek isterseniz gidiyorsunuz. Bisiklet icin günlük 1 pound deposit odeniyor. Sonra saat başı ücret tarifesi var. Cok pahalı sayılmaz. Ilk yarım saat ücretsiz mesela. Her yerde istasyon olduğu için bazı akıllılar yarım saatte bir istasyonlarda bisikleti degiştirip beleş seyahat ediyor. Bisikleti geri getirmemek pahalı ama. Yaklaşık 150 pound gibi bir cezası var-her gün için!

*
Londra'da bisiklet bir ulaşım aracı. Dolayısıyla park ücreti tahsis ediliyor. Olmaz vermem ben der, ortalığa bırakırsanız, donüşte pek yerinde bulamıyorsunuz. Bu park sorunu nedeniyle ben hala kendime bir bisiklet almadım, Boris'in bisikletlerini kullanıyorum. Bazen işe gidip gelirken ama çoğunlukla da parklarda ve evimin yakınındaki kanal boyunca bisiklete biniyorum. Old Street'deki istasyondan bisikleti alıp Regent's Canal'a iniyorum. Hackney'e doğru kıvrılıp Victoria Park'a ulaşıyorum. Bu rota yorucu iş günleri sonrası yorgunluğumu, uykusuz geceler sonrası kafa bulanıklığımı yaklaşık 1 saat içinde ortadan kaldırıyor.





Sunday, April 8, 2012

Domates biber patlıcan



Barış Manço’yla büyüyen çocuklardansanız bu şarkıyı bilirsiniz… Tuhaf sözleriyle dile pelesenk olan türdendir. Bu şarkıyı ben en son Borough Market’de dolaşırken mırıldandım. Burası London Bridge’de bir sokak pazarı. Londra sokak pazarlarıyla ünlü. Her semtte her gün bir tanesine rastlarsınız. Market adı verilen bu pazarların tezgahlarında türlü türlü şeyler satılır. Borough’dakilerde gurme lezzetler var. Ev yapımı zeytinyağları, çeşit çeşit reçeller, peynirler, İspanyol mezeleri, İtalyan sosları, tropik meyveler, sebzeler, şaraplar, likörler, çaylar… Aklınıza ne gelirse…

Yemek yapmayı severim. Bana göre yemek yapmak bir sanattır. Mühim iştir, zevk işidir, yetenek ve gusto gerektirir. Bunlara sahip değilseniz de iyi bir rehabilitasyon biçimidir. Hiçbir şey olmasa karnınızı doyurur. Özetle her türlü faydalı bir uğraştır.
Londra’ya geldikten sonra uzun süre, içine düştüğüm koşuşturmaca halinden ötürü pek yemek yapmaya fırsatım olmadı. Ta ki Borough markete yolum düşene kadar…
Tezgahlardaki cümbüş beni o kadar heyecanlandırdı ki sıkı bir alışveriş yaptım. Sonra da eve dönüp uzun zamandır yapabilir miyim acaba diye düşündüğüm körili tavuğu ve deniz mahsüllü pilavı pişirdim.
Busaba Eathai bizim Londra’da en sevdiğimiz Thai restoranı. Buraya her hafta bir gün mutlaka gideriz ve neredeyse her zaman bu ikiliyi sipariş ederiz. Her defasında da zevkten dört köşe oluruz. Benim tavukla pilav, Busaba’da yediklerimiz kadar olmasa da gayet başarıyla sonuçlandı. Tek sorun, yabancısı olduğum Hindistan cevizi sütünün teneke ambalajını açarken elimi adeta parçalamış olmamdı. En son ne zaman konserve açtınız? Ya da hayatınızda hiç konserve açtınız mı? Ben açmamışım meğer, çok zor işmiş!

*

Borough Market sadece lezzet avcıları için değil herkes için mutlaka görülmesi gereken bir Londra destinasyonu. Sadece Cumartesi günleri kurulan bu pazarda alışverişin yanı sıra yemek de yiyebiliyorsunuz. –Yeme içme aktivitesi hafta içinde de devam ediyor- Tezgahların pek çoğunda hazır yemek de satılıyor. Gözünüzün önünde taze taze malzemelerle pişen lezzetleri kalabalığın arasında yemek çok keyifli.
London Bridge’in hemen altındaki Borough marketten sonra Thames kıyısında keyifli bir yürüyüş yolu uzanıyor. Bu yol üzerinde pub ve restoranlar var. Ayrıca Shakespeare’in Globe tiyatrosu var. Globe, orijinal Shakespeare tiyatrosunun bir zamanlar bulunduğu yerde, aslına sadık kalınarak yapılmış. Orijinal tiyatro 1613 yılında yanmış. Bugünkü Globe ise aktör ve yönetmen Sam Wanamaker tarafından 1997 yılında inşa edilmiş ve Londra ahalisinin yeniden hizmetine sunulmuş. Globe’da yaz gecelerinde Shakespeare oyunları izleniyor. Açık havada yıldızların altında tiyatro, paha biçilmez!

Globe’dan sonra Tate Modern var. Avrupa’nın en önemli çağdaş sanat müzelerinden biri. Mevcut koleksiyonu, 1900’lerden günümüze kusursuz bir çağdaş sanat yolculuğu sunuyor. Ayrıca kaçırılmayacak sergilere ev sahipliği yapıyor. Tate’in galerilerini gezdikten, nefis manzaralı terasında bir kadeh şarap içtikten sonra hemen önündeki Milenyum Köprüsü’nden karşı kıyıya geçiyorsunuz. Yolda size Charles ve Diana’nın evlendiği, son günlerde adı Occupy London hareketiyle anılan St Paul katedralinin gölgesi eşlik ediyor. Milenyum Köprüsü’nü geçer geçmez de St Paul, ağırbaşlı babacan bir tavırla sizi adeta kucaklıyor.
Bu arada köprünün hemen bitiminde el arabasında ikinci el kitap satan bir ihtiyar var. Küçücük tezgahında yok yok.

*

St Paul bana Paris’teki Madeleine’i anımsatıyor biraz. Mimari olarak hiçbir benzerlikleri yok ama duruşları çok aynı. Hem şehirde bulundukları konum hem etraflarındaki hareket itibarıyla benzetiyor olabilirim. En çok da geniş merdivenlerinden ötürü sanırım. Hem St Paul’ün hem Madeleine’in önünde insanların oturup etrafı seyrederek, sohbet ederek, birşeyler yiyip içerek hatta kitap dergi okuyarak vakit geçirdikleri geniş merdivenler var. Bu merdivenlerde elbette bol bol flaş da patlıyor. Malum katedral, kilise vb fonlu fotoğraflar Avrupa seyahatlerinin vazgeçilmezi.










Friday, April 6, 2012

Emprovize


25 Mart 2012. Londra’da hava açık güneşli. Saat 7 sularında, South Kensington’da Royal Albert Hall’a yürüyorum. Yaz saati. Ne güzel artık hava geç kararıyor. RAH’nın görkemli silüeti uzaktan belirdiğinde, gökyüzünde günden kalan yumuşak bir ışık var. Elimdeki bilete bakıyorum. 9 numaralı kapıya yöneliyorum. Bölüm M sıra 2 koltuk no 98. Bulmam gereken adres bu. Konserin başlamasına çok az var ama ben RAH’nın koridorlarında oyalanıyorum. Duvarlardaki fotoğraflara bakıyorum. Pavarotti’den Florence and the Machine’e uzanan tuhaf bir liste var. Herkesler çalmış, yolu geçmeyen kalmamış.
Adımlarımı hızlandırmam lazım... Koridor salona girmek için koşuşturan, kadehlerinden son yudumları almak için oyalanan, konuşan, benim gibi etrafı seyreden insanlarla dolu.
Bölüm M. İşte burası !
Salona adımımı attığım an nefesim kesiliyor. Tavan o kadar yüksek ki, ne kadar yüksek olduğunu hesaplayamıyorum. 1,2,3,4 kat olsa..balkonlar da var..kırmızı kadife koltukların, yaldızlı sütunların arasında kayboluyorum..4 kat ve balkonlar..Bu bir süre böyle devam ediyor. Sonra görevlilerden biri yardım etmek istiyor. Sırayı ve koltuğu işaret ediyor. Ağzım açık, etrafa bakınarak iniyorum merdivenleri. Ve yerimdeyim. Sahneye 7-8 metre uzakta, kusursuz bir dairenin sağ kanadında, sol alt köşede bir noktada. Koltuklar sağa sola dönüyor. Böylece yol verirken iki büklüm ayakta dikilmek zorunda kalmıyorsunuz. Ama biraz rahatsız mıdır nedir?


Saat 8 gibi ön grup sahne alıyor. Grupta tek bir adam var: M. Ward. She&Him’in ‘Him’i M. Ward. Zooey Deschanel ile iyi bir ikili olduklarını düşünmüşümdür. Ama tek başına da fena değildi.
Sadece benim için biraz fazla folk takıldı.
M. Ward sahneden indiğinde bir ara oluyor. Ve ben Feist’ı beklemeye koyuluyorum...

Derken telaşlı biri gelip yanıma oturuyor ve konuşmaya başlıyor. Ön grup nasıldı? çok şey kaçırdım mı? bileti şöyle buldum, buradan önce şuradaydım o yüzden geç kaldım…Soluksuz konuşuyor. Neden sonra tanışıyoruz Olivia ile. Tıpkı benim gibi o da bir gazeteci, o da Feist'a bayılmıyor ama meraklı tıpkı benim gibi... Benden farklı olarak o, çalıştığı yayın için konser hakkında bir review yazacak. Ara epeyce uzun. Bu sürede Feist’tan, yeni neslin müzik anlayışından, Londra’dan, Olivia’nın bugünlerde yaşadığı Manchester’dan, İstanbul’dan, RAH’nın görkeminden ve kendi hikayelerimizden konuşuyoruz. Bana, 12 yıl boyunca Tokyo’da yaşadıktan sonra işini, ilişkisini nasıl bırakıp geldiğini, yeni başlangıçların ne kadar zor ama aynı zamanda ne kadar güzel olduğunu anlatıyor. Şaşkınım, dünyada risk alan, hayallerinin peşinde koşan tek deli olmadığımı görmekten memnunum.

Biz konuşurken salon kararıyor. Sahnedeki dev ekranda kırmızı, mor, sarı, yeşil rengarenk bir görüntü beliriyor. Müzisyenler tek tek sahneye çıkıyor. Vokaldeki kızlara gözümüz takılıyor, bunlar da kim derken Feist sahnede. Salonu selamlıyor, Prens Albert için kadeh kaldırıyor ve gitarını alıp çalmaya başlıyor. Olivia ve ben ve salondaki diğer yüzlerce insan sessiz bir merakla dinliyoruz, daha çok izliyoruz.
Vokallere eşlik eden Mountain Man grubu hala tuhaf. 3 genç kızdan oluşan grup kostümleri, çıplak ayakları, tüm hal ve hareketleriyle bir Yunan komedyasında gibi. Dev ekrandaki renk cümbüşü, zaman zaman Feist’ı tam karşısından zumlayan görüntülerle kesiliyor. Feist iyi bir gitarist, iyi bir vokalist ve kesinlikle iyi bir grup lideri. Sahnedeki enerji yavaş yavaş salonun her köşesine yayılıyor. Feist sadece grubunu mükemmel bir şekilde yönetmiyor, kalabalığı da dize getiriyor. Kimi zaman parçalara eşlik edin diyor, kimi zaman sözleri hakkında ne düşünüyorsunuz diye soruyor filan.. Bir an bir Sezen Aksu konserinde gibi hissediyorum; böyle
bir sevgi yumağı durumu var salonda, sahnedeki komşunun kızı havasında…

Yaklaşık 2 saatin sonunda Feist, Londra’nın ‘sweetheart’ı olmuş durumda!

‘Let it die’ın introsunda, salondakilere sevgilisi olan var mı diye soruyor ve çiftleri dansa davet ediyor. Ve ne oluyorsa bu sırada oluyor. Önce bir çift atlıyor sahneye, sonra birileri daha, sonra birden bire sahnede bir dolu insan. Korumalar şaşkın, grubun geri kalan üyeleri de öyle, muhtemelen menajeri kızgın…Feist ise son derece sakin, elinde gitarı gülümseyen bir yüzle çalıp söylemeye devam ediyor.
O söylerken etrafındaki kalabalıkta dans edenler, ona sarılanlar, saçlarını okşayanlar, cep telefonlarıyla fotoğrafını çekenler var. Parça sona erdiğinde müthiş bir gürültü kopuyor. *
Olivia ve ben birbirimize bakıyoruz, ikimiz de ‘bu kadarını beklemiyorduk’.
Feist kalabalığı usulca yararak sahneden ayrılıyor, güvenlik sahneyi boşaltıyor, insanlar yerlerine oturuyor. Feist yeniden sahneye geliyor, 3-4 kez bis yapıp bitiriyor.
Başlarken emprovize mi demiştim?
İşte bu!
Olivia ve benim şu ara yaşadığımız hayatlar, Kanadalı Leslie Feist’ın yaptığı şey.

Wednesday, April 4, 2012

Bir kitap



Yabancı şehirleri anlamanın en iyi yolu o şehirlerde yaşamaktır. Yaşamaya sabırsızsan şehrin yaşayanları yol gösterir. O da yoksa kitaplar vardır.
Aralık 2011. Londra hakkındaki kitapların peşindeyim. Charing Cross’ta kitapçıları dolaşıyorum. Birden bir kitapçının vitrininde gözüme bir kitap ilişti. Kapağında şöyle diyordu:
“LONDRALILAR
Onu seven, nefret eden, yaşayan, terk eden ve özleyenlerce anlatıldığı üzere
Şimdinin Londra’sında gece ve gündüz-“
Bir kitap adı bu kadar mı yakalar insanı. Hemen dükkandan içeri girdim, kitabı istedim. Hard cover 436 sayfalık bir başyapıt. Yazarı Craig Taylor Kanada’da doğmuş büyümüş ve 2000 yılında yolu bir şekilde Londra’ya düşmüş. O gün bugündür Londralı.
Kitap haliyle onun hikayesiyle başlıyor.
Şöyle diyor önce:
“Londra’ya geldiğim ilk gün Tower Bridge’in karşısında dikilmiş duruyordum. Gri ve ürkütücü görünüyordu. Sonra kendi kendime şöyle dedim. Nasıl bir insanın yolu buraya düşer ki?”
Ve sonra şöyle devam ediyor:
“Londra’yı kovaladım durdum. Bu süreçte içimde ona karşı karmaşık bir aşk büyüttüm. Coşkulu, asab bozucu, sürprizli, kendini tekrarlayan, yorucu ve hiç bitmeyen, hayatı dolduran bir aşktı bu.
Londra benim için mazoşizmdi, mutluluktu, karardı, bir yol ayrımıydı.”
*
Craig Taylor’un yazdığı Londra kitabı şimdiye kadar okuduklarımın en iyisi diyebilirim. Basit bir fikirden yola çıkan samimi anlaşılır bir dille anlatılan gerçek hikayelerle dolu.
Küçük röportajlar yapmış. Mesela metroda yol boyunca istasyonların adını söyleyen seslerden biriyle konuşmuş. Tiyatrocu bir kız. Uzun süre işsiz kaldıktan sonra TFL’in (Transport for London) yeni açılan bir metro hattı için istasyonların adını söyleyecek bir seslendirme sanatçısı aradığını öğreniyor. Seçmelere katılıyor ve işi alıyor. Yaptığı işi anlatırken şöyle diyor:
“Her hat için ayrı sesler vardır. Çünkü Londra’da her metro hattı başka başka şirketlerce işletilir. Ancak tüm hatlarda bir devamlılık olması gerekir. Ben her istasyonun adına bayılıyorum. Özellikle ‘Picadilly Circus’u söylemeyi çok seviyorum . Ama favorim ‘Theydon Bois’. ‘Mind the gap’ doğruca söylenmeli. Ben defalarca denedim. Çok korkutucu olmasını istemiyordum ama bir yandan da bunu söyleyenin plastik botlu aptal bir kız olduğunu düşünmelerini de istemiyordum. Sonuçta insanları muhtemel bir tehlikeye karşı uyarmakla tehdit etmek arasında bir denge olmalı, öyle değil mi?
Ve size komik bir şey daha söyleyeceğim. TFL’in beni işe aldığını, o zamanki erkek arkadaşımla ayrılık konuşması yaptığım bir yemekte öğrendim. Telefonu kapattım ve ona şöyle dedim: Senin için üzgünüm, artık beraber olamayacağız ama sürekli sesimi duyacaksın.”
*
Craig Taylor, Londra için fiiller şehri diyor. Çok doğru tespit!
Bir Londralının en iyi tarifi etraftaki insanlardır. Metro trenlerine doluşan insanlar, kaldırımları dolduran insanlar, Tesco’nun kasa kuyruklarında bekleyen insanlar, ücretsiz akşam gazetesini kapışan insanlar, parklarda oturan insanlar, nedenleri ve nereden geldikleri önemli olmaksızın gülen, merdivenin sol tarafından inen, yürüyen, koşan, cep telefonlarıyla konuşan, tartışan, içen, sallanan, yerlerde sürünen insanlar…

Ve benim için Londra, tıpkı Craig Taylor’ın söylediği gibi:
Mazoşizm, mutluluk, karar ve bir yol ayrımıdır.

Takım elbiseli uzaylı

Fosforlu ışıkların dans ettiği bir karanlıkta, denizin 20 bin fersah altında bir sessizlikte, hiç kıpırdamadan durduğunuzu ve yüzünüze serin bir rüzgarın vurduğunu hayal edin. İşte bu Kuzey havasıdır!
Cazı hep sevdim. Son yıllarda daha çok dinliyorum. Kuzey Avrupa cazıysa çok değil bundan birkaç yıl önce keşfettiğimden bu yana, vazgeçilmezlerim arasında.
Dün akşam Southbank’te Tord Gustavsen’i dinlerken, kendi adıma isabetli bir keşif yapmış olmaktan memnundum. Yeniden doğmak gibiydi, adeta bir meditasyondu.
Piyano, saksafon, davul ve kontrbastan oluşan Tord Gustavsen Ensemble, puslu mavi bir ışığın altında başka alemlerden sesleniyordu sanki. Tord Gustavsen olağanüstü güzel başı, siyah takım elbisesinin içinde dengesizce devinen ufak tefek vücuduyla hizmetkarının önünde saygıyla eğilen sadık, mağrur bir uşak gibiydi.
Tutkuluydu. Tutkulu insan salyangoz gibidir. Özsuyuyla tutunur tutunduğu şeye ve onu oradan koparıp almak zordur. O da piyanosuna böylesine bağlıydı. Çekip alsan aniden kabuğunun içine saklanacak ve görünmez olacaktı sanki.
Sanatçının egoist ve arogan olanı makbul olabilir, çoğu da öyle olabilir ama olmayanı bulduğunuzda aradaki farkı çok net anlıyorsunuz. Tord Gustavsen kendini değil siyah Steinway’i devleştirdi gece boyunca. Queen Elisabeth Hall’daki yüzlerce kişi, o çalarken sahnede sadece piyanoyu ve bir ışık hüzmesini görüyorduk. Gecenin sonunda zorla, yutkunarak söylediği kelimelerle teşekkür edip aramızdan ayrıldı ve sanırım her nereden geldiyse oraya, uzayda bir yerlere geri döndü.
*
Tord Gustavsen hakkında bazı bilgiler:
1970 doğumlu, Norveçli bir caz piyanisti, besteci. Oslo’da konservatuar okumuş, ayrıca psikoloji lisans derecesi olan entelektüel bir şahsiyet.  Bitirme tezi “The Dialectical Eroticism of Improvisation” adını taşıyor ve müziği hakkında önemli ipuçları veriyor (merak eden kişisel web sitesi www.tordg.no da bulabilir.)
Tord Gustavsen uzun yıllar Kuzey Avrupa’nın önde gelen caz sanatçılarına eşlik ettikten sonra kendi triosuyla EMC’den 4 şahane albüm çıkardı. 2008 yılında ise yepyeni bir proje yarattı.
18 Mart akşamı Londra’da Soutbank Queen Elisabeth Hall’da bir performansını izleme şansına sahip olduğumuz bu proje, Tord Gustavsen Ensemble adıyla dünya çapında haklı bir ün kazanmış durumda.
Piyanoda Tord Gustavsen, davulda Jarle Vespestad, kontrbasta Mats Eilertsen ve saksafonda Tore Brunborg’dan oluşan topluluğun, 2012’nin yenilerinden biri olan albümü The Well, ismiyle müstesna. Güzel ve şifalı!

Ben sevdim, buyrun siz de biraz dinleyin:

Bir gün lazım olur…

Song Dong Çinli bir konsept sanatçısı…90’lı yılların başında babası, bir kalp krizi sonucu hayatını kaybediyor. Babanın ani ölümü aile için büyük bir yıkım oluyor. Bu ölüm, ailenin her ferdini ağır bir depresyona sürüklüyor ama en çok da Dong’un annesini… Anne bir “biriktirici”. Babanın ölümünden sonra bu alışkanlığı iyiden iyiye obsesyona dönüşüyor. Ağır bir depresyonun içinde, biriktirdiği eşyaların arasında giderek kayboluyor. Dong buna bir çözüm bulabilmek, annesini düştüğü karanlıktan çıkarabilmek için her yolu deniyor ama olmuyor. Ve son çare olarak sanatın yardımına koşuyor. Annesinden işlerine yardım etmesini istiyor. Anne usul usul cevap veriyor Dong’un istediğine… Derken zaman içinde hayata yeniden tutunuyor.
“Sanat benim için amaç olmaktan çıkmıştı. Artık bir araçtı. Annemi hayata döndüren bir araç” diye yazmış serginin tanıtım afişine. Burada düşünebilirsiniz bir süre… Sanat araç mıdır amaç mı diye… O çok tipik, sıkıcı entellektüel tartışmalardan birine de dalabilirsiniz kolaylıkla. Ama bırakalım şimdi bunları, ‘Sanat kimi zaman amaç kimi zaman araç olabilir. Nasıl görmek istiyorsan, nasıl işe yarıyorsa odur ve onu güzel kılan da budur’ kabulünü yapıp devam edelim;
Anne ufak ufak hayata bağlanmaya başladığı günlerde Dong’un aklına bir proje geliyor. Annesini yine işbirliğine davet ediyor. Ve ortaya benim bugün gördüğüm o muazzam iş çıkıyor.
Song Dong annesinin yıllar boyunca “bir gün lazım olur” diye biriktirdiği 10 binden fazla objeyi biraraya getiriyor. Bu objelerin arasında neler yok ki… Oyuncaklar-kiminin kolu kiminin bacağı kırık porselen bebekler, tek gözlü bir pelüş ayı, plastik pokemon!-, şişe kapakları, rengi solmuş gömlekler, kumaş parçaları, şişeler,  okul defterleri, kullanılmış kalemler, gazeteler, dergiler, nuhu nebiden kalma aksesuarlar-ayakkabılar, çantalar, şemsiyeler, tokalar, bilezikler-, ipler, tahta sandalyeler, leğenler, bir yığın çivi, çekiç, plastik yemek kapları, dondurma çubukları !
Akılalmaz bir yığındı karşı karşıya olduğum. Önce anlam veremedim sonra müthiş bir sarsıntı geçirdim. Gündelik hayatta kullandığımız onca objenin bu şekilde birarada sergileniyor olması mıydı beni hayrete düşüren yoksa her birinde gördüğüm ayrı yaşanmışlık ve umutsuzluk muydu bilemiyorum. Ama şunu biliyorum orada çok tanıdık bir şeyler vardı. Biraz kendi annem vardı, anneannem vardı, tanıdığım komşu teyzeler vardı ve hatta belki biraz da ben vardım.
Ben de bir gün lazım olurculardanımdır. Hoş son dönemde, özellikle aynı yıl içinde 3 kez taşındıktan sonra epeyce vazgeçtim bu huyumdan ama bıraksanız çok rahat yeniden başlarım biriktirmeye.
Sond Dong harika bir iş çıkarmış. Barbican Curve Galeri’de sergilenen “Waste not” ya da orijinal adıyla “Wu jin qi yong” 12 Haziran’a kadar devam ediyor. Yolunuz düşerse görün derim.

Lynch etkisi

Londra’da kış zor geçti. Hem şehirde yeni ve yalnızdım hem geceler uzundu hem de hava çok soğuktu. Ömrü hayatımda atlet giymeyen ben 4 ay boyunca kayak içlikleriyle dolaştım. Zaten çok üşürüm burada üşümenin nirvanasını buldum.
Uzun kış gecelerinden birinde yine dondurucu bir soğuk vardı. Evden çıktım. Yönüm Soutbank istikametim BFI’ydı.  
BFI özetle bir film kütüphanesi. İngiltere’nin en büyük film arşivine sahip bir sanat merkezi.  Bu muazzam arşivini sık sık çeşitli etkinliklerle paylaşıyor. Şubat ayında David Lynch arşivini paylaşmaya karar vermişler. Amerika’nın karanlık adamı, mistik dünyamın en havalı karakteri Lynch’in başyapıtlarından kısa filmlerine, hakkındaki dokümanterlerden seminerlere BFI adeta 1 aylık bir Lynch açık öğretim programı sunmuş gibiydi.
Açılışı söz konusu o akşam Wild at Heart ile yaptım. Kimbilir daha önce ne zaman izlemiştim... Nicholas Cage’in adamın tekinin kafasını parçaladığı ilk sahnesinden Elvis Presley’den Love Me Tender’ı söylediği son sahnesine kadar fantastik bir filmdir. Güzel bir Lynch etkisi yaratır.
Soğuktan mıdır filmden midir bilmiyorum çıkışta tüylerim diken dikendi. Waterloo köprüsünün altından metro istasyonuna doğru yürürken biri bana seslendi. Etrafıma bakındım, kimseleri göremedim. Yoluma devam ettim, yeniden aynı sesi duydum. Bu kez arkama dönüp baktığımda karşımda bir adam duruyordu. Çöp kokuyordu ve benden sigara istedi. Yok dedim, gözümün içine baktı, dönüp gitti. Adamın yüzü Willem Dafoe’ya benziyordu. (Dafoe Wild at Heart’taki en sıkı karakterlerden biri olan Bobby Peru’yu oynar) Bendeki ürperti iyiden iyiye arttı. Bir yanımda Thames’in karanlık suları, bir yanımda BFI’ın bünyesinde bulunduğu National  Theatre’ın kırmızı neon ışıkları, kafamda soru işaretleriyle kala kaldım. Kulağımdaki şarkıda şöyle diyordu:
“What the hell am I doing here?
I don't belong here
I don't belong here”
*
Amerikan film endüstrisinin yetiştirdiği en ayrıcalıklı şahsiyetlerden biri olan David Lynch’in filmleri rüya gibidir. Karanlık, karmaşık rüyalardır bunlar ve uzun süre aklı oyalar. Bobby Peru’yla karşılaştığım (!) o gece de öyleydi.
Wild at Heart’tan sonra Kayıp Otoban’ı, Mulholland Çıkmazı’nı, Twin Peaks’i izledim. Ziyadesiyle dengemi bozdum! Blue Velvet’a da bilet almıştım, hastalandım gidemedim. En kayda değer olansa Helen Gallacher tarafından hazırlanmış 47 dakikalık olağanüstü Lynch belgeseliydi. Lynch’in rüya dünyasını, bu dünyanın sürreal figürleriyle psikanalitik kodlarını anlatan bu belgesel bugüne kadar gördüklerimin en iyisiydi diyebilirim.
Lynch etkisi uzun süre geçmedi. Zaten pek kolay geçmez. Şimdilerde transandantal meditasyona kafayı takmış durumdayım. David Lynch 30 yıldır okyanusa dalıyor, yani kendi iç dünyasının derinliklerine… Filmleri ve müziği buradan dalıp çıkardıklarının sadece bir bölümü. İçimizdeki dünyada dışımızdaki dünyadan çok çok daha fazlası olduğunu bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır.