Sunday, April 15, 2012

Bir ruh manifestosu



Gökyüzü yarın yine mavi
ve yumuşak olacak
Hiçlikten sonra...Ben gittiğimde
Milyarlarca ışık yılı sonra
Hala orada olacak


Günlerden cuma. Bir Picasso sergisi için Tate Modern'deyim. Yanılmışım. Sergi başka bir galeride. Cuma akşamları Londra'da müzeler saat 10:00'da kapanıyor. Ama benim sonrası için başka planlarım var. Diğer galeriye gidecek vaktim yok. Buraya kadar gelmişken ne varmış bakalım. Birkaç abtract sanatçı ve biri daha...Yayoi Kusama. Serginin afişinde çekik güzel bir kadın renkli topların üzerine uzanmış tepetaklak bana bakıyor. Ilginç. Hadi o zaman görelim kimmiş bu Kusama...

Galeriden içeriye ilk adımı attığımdan bu yana 1 aydan fazla oldu. Ve ben o zamandan bu zamana neredeyse her gün Kusama'yı düşünüyorum. Onunla yatıp onunla kalkıyorum. Sergiyi 3 kez gezdim, Kusama hakkında ne varsa okudum, yine de kesmedi. Bu yazıyı aslında o ilk gün hayal etmiştim ama bir türlü doyamadım, nereden başlayacağımı bilemedim. Hala bilmiyorum ama artık yazmalıyım. Yazmalıyım yoksa bir daha geri gelmemek üzere Yayoi'nin sanatı gibi 'physedelic' haller içinde kaybolacağım.

*

Ufak tefek bir Japon kadın düşünün. Boyundan büyük tuvallerle New York sokaklarında dolaşıyor. Noktalara takıntılı, sonsuz noktalar var tuvallerinde. Bazen balkabakları çiziyor bazen vajinalar penisler. Bazen çıplak vucutları boyuyor gündüz gözüyle ortalık yerde. Mesela Central Park'ta ya da Brooklyn köprüsünün üzerinde...Bazen makarnadan elbiseler yapıyor. Bazen bir kayık çiziyor, boş bir odaya yüzlercesini kopyalıyor. Bazen nehirlerin üzerine aynadan toplar diziyor bazen karanlık odaları sonsuz ışıkla dolduruyor. Menekşelerle, köpeklerle konuşuyor.

Ufak tefek bir Japon kadın düşünün, hayallerinin peşinden okyanuslar aşmış. 60'li yıllarda bugün bile yapılamayanı yaparak milyonları peşinden süreklemis. Andy Warhol'un, Davis Smith'in, Herbert Read'in, Adolph Gottlieb'in yakın arkadaşı olmuş. çizmiş, boyamış, filmler çekmiş, kostümler dikmiş, aktivist olmuş, yazar olmuş, müzisyen olmuş. Kendi ülkesinde hic anlaşılmamış, yaptıgı sanat degil şaklabanlık sayılmış. Yine de pes etmemiş. Hep aynı sıkıcı sorularla kafasını bozan gazetecilere iç çamaşırlarını gösterip toplumun 'saygıdeger' işadamlarına seks partileri düzenlemiş. Gaylerin lezbiyenlerin dostu, özgür seksin en ateşli savunucusu olmuş ama hayatında hiç seks yapmamış...

*

Yayoi Kusama 22 Mart 1929'da Japonya'da Matsumoto şehrinde, 4 çocuklu orta sınıf bir ailenin 3 numarası olarak dünyaya gelmiş. Hic anlaşamadığı sürekli kavga ettiği bir anne, geyşaların peşinde koşan seks bağımlısı bir baba. 2. Dünya savaşı öncesi Japonyası'nın kapalı, boğucu, iç bunaltıcı atmosferinde geçen bir çocukluk ve genç kızlık. Ve Kusama'yı Kusama yapan Amerika.

Hep 'tuhaf' bir çocuk olmus. Içine kapanık, huysuz, huzursuz. Ilk çizimlerini ailesinin buğday tarlalarında, buğday başaklarının arasında yapıyor. 13 yaşlarında filan..Aslında ilk çizdikleri gördüğü halüsilasyonlar. Mesela bir bahar günü tarlalarda çizim yaparken etrafindaki menekşeler onunla konuşmaya başlıyor. Her bir menekşe ayrı bir yüze dönüşüyor. Bacakları titriyor, çığlık atmak istiyor ama atamıyor çünkü menekşeler sesini çalmış. Koşarak eve donüyor, kendini odaya kilitliyor ve menekşeleri çizmeye başlıyor. Yüzlercesini çiziyor, yüzlerce ayrı kağıda, tuvale ne bulursa ona.

*

'Matsumoto Japon Alplerinin irili ufaklı tepeleriyle çevrilidir. Erken öğleden sonraları buğday başaklarının arasında resim yaparken o tepelerin arkasında güneşin sakladığı ne var, hep merak ederdim' diyor otobiyografisinde. Işte bu çocukluk merakı, büyüdükçe yabancı toprakları kendi gözüyle görme arzusuna dönüşüyor.önce Fransa Başbakanı'na bir mektup yazıyor:

'Sayın bayım,
ülkeniz Fransa'yı görmek istiyorum
Lütfen bana yardım edin
Yayoi Kusama'

Fransa'dan yanıt gelmiyor tabi. Ama bu arada zaten Kusama'nin ilgisi çoktan başka bir ülkeye, Amerika'ya çevrilmiş bile. Savaş bittikten hemen sonra Matsumoto'da ikinci el kitaplar satan bir kitapçıda Georgia O'Keeffe'nin bir kitabını goruyor. Matsumo gibi bir taşrada bu kitabın işi neydi o da bilmiyor ama onu Amerika'ya götüren bu kitap oluyor.

'Georgia O'Keeffe'nin resimlerine bakarken neden bilmiyorum bir şekilde eğer Amerika'ya gidersem bana yardım edebilecek kişinin O olduğunu düşündüm. Bildigim tek Amerikalı sanatçıydı ve bir arkadaşımdan duyduğuma gore en ünlüsüydü. Ve ona bir mektup yazmaya karar verdim.'
Kusama yine bir bilinmeze yolladığı mektubuna bu kez cevap alıyor. Georgia O'Keeffe büyük bir nezaketle ona yazıyor ve yardıma hazır olduğunu söylüyor.

*

Yayoi Kusama 27 yaşında Japonya'dan ayrılıyor. O yaşına kadar boyadığı yüzlerce tuvali yakarak, ardında sanatına dair hiçbir iz bırakmadan... Ve Amerika'ya ilk kez 18 Kasim 1957'de ayak basıyor. Ilk durağı Seattle oluyor. Seattle'da ilk kişisel sergisini dönemin ünlü galerilerinden Zoe Dusanne Gallery'de açıyor. Sergi ses getiren bir başarı gösteriyor. Seattle'da kalması için çok ısrar ediyorlar ama O en başından beri hedefledigi son destinasyona, New York'a doğru yola koyuluyor.
New York'ta önce bir Budist cemaatinin Zen egitimi almış oğrencilere sağladığı hostelde kalıyor. Sonra bir studyo tutuyor. Kendi sozleriyle New York, Seattle ile karşılaştırıldığında yeryüzündeki cehennem:

'Sorun üzerine sorun, mücadele üzerine mücadele... Günlük yemek bulmak, boya ve tuvaller icin para yetiştirmek, göçmenlik ve vizemle ilgili sorunlar...Stüdyomun pencerelerinin pek çoğu kırıktı. Yatağım, birinin sokağa bıraktığı eski bir kapıydı. Sadece tek bir battaniyem vardı. Stüdyo bir ofis binasında yer aldığından ısıtma sistemi saat 6'da kapanıyordu. New York Kuzey Kutbu kadar soğuktu ve ben iliklerime kadar donuyordum. Bu soğuk eklem yerlerimde ağrıya sebep oluyor uyuyamıyordum, Uyuyamadıkça kalkıp resim yapıyordum. Günlük yiyeceğim bazen bir arkadaşın verdiği bir avuç kestane ya da koşedeki balıkçının çöpünden topladıgım balık kafaları oluyordu. Eve gelip kaynatıyor, çorba yerine içiyordum. Elimde hiçbir şey yoktu ama biliyordum kalbimin istediği buradaydı, New York'ta.'

Stüdyosunu tuttuktan bir süre sonra Georgia O'Keefe Kusama'yı ziyarete geliyor. Onu sanat simsari Edith Halpert ile tanıştırıyor. Kusama'nın yolu bu tanışıklık sayesinde epeyce açılıyor. Ama artık daha çok çalışması lazım:

'Her gün gün ağarmadan kalkıyor, gece geç saatlere kadar çalışıyordum. Stüdyom kısa süre içinde tuvallerle dolmuştu. üzerinde sonsuz ağlardan başka hiçbir şey olmayan tuvallerle. Arkadaşlarım soruyorlardı: 'Yayoi iyi misin? Neden her gün aynı şeyi çizip duruyorsun?'
Aslına bakarsanız bu durum sıklıkla beni de endişelendiriyordu. Bir tuvali noktalardan oluşan ağlarla kaplıyordum sonra bu ağları masaya, yere de boyuyor ve son olarak kendi vücüduma örüyordum. Ben bu sureci tekrar tekrar yaşadıkca ağlar bir sonsuzluğa bürünüyordu. Kendimden geçiyordum ve ağlar beni ele geçiriyordu. Kollarıma, bacaklarıma, elbiselerime ve nihayet bütün odaya doluyorlardı.
Bir sabah uyandım ve bir gece önce pencereye çizdiğim ağlara gözüm takıldı. Kalkıp dokunmak üzere elimi uzattım ve ağlar derime yayıldı. Derim ağlara dönüşmüstü. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bir tür panik atak geçirdigimi düşünerek ambulans çagırdım. Bu durum sıkca başıma gelmeye başlamıştı. Birkaç günde bir ambulansla hastaneye taşınır olmustum. Artık doktorlar beni gördüklerinde gözlerini çevirip 'yine mi sen' diyorlardı. Sonunda bu durumun tedavisinin burada olmayacağını söyleyip bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine gitmemi önerdiler.'

*

Ama Kusama bir akıl hastanesine gitmek yerine delice resim yapmaya devam ediyor. Ve rüyası Ekim 1959'da gercekleşiyor. Downtown 10 numarada, Brata Gallery'de New York'taki ilk kişisel sergisini açıyor. 'Obsesyonel monokrom' adlı bu sergide kompozisyonu reddeden ve bir merkezi olmayan çok sayıda siyah beyaz noktayla kaplı tuvalleri sergileniyor.
Tekrar eden desenlerdeki monotonluğun izleyeni sersemletip şaşırttıgı, hipnotik dinginliğinin ruhu hiçliğin vertigosuna sürükledigi sonsuz ağlar, Kusama'ya hatırı sayılır bir ün getiriyor. Işleri Avrupa'daki Zero Art akımının, New York orjinli Pop Art'ın habercisi olarak yorumlanıyor. Ama Kusama bu akımlarla ya da herhangi başka bir akımla filan ilgilenmiyor. Onun düşüncesi bambaşka:

'Sınırları olmayan bir dünyada sonsuzluğu tahmin etmek ve ölçmek arzusundaydım. Gizem ne kadar derindi? Sonsuz sonsuzluklar evrenin ne kadar ötesine gidebiliyordu? Bu soruları sorarken aynı zamanda tek bir polka noktasına da bakıyordum, kendi hayatıma.Tek bir polka noktası, milyarlarcasının arasında tek bir nokta...
Bir gun Avrupa'da ün yapmış bir sanatçı kapımı çaldı ve bana şöyle dedi: 'Yayoi biraz da dışına bak. Beethoven ya da Mozart dinlemiyor musun? Neden Kant ya da Hegel okumuyorsun? Dışarıdaki dünyada bir dolu guzel şey var! Bu anlamsız egzersizi gece gunduz daha ne kadar tekrarlayabilirsin. Bu vakit kaybı!'
Ama ben polka noktalarının büyüsündeydim. Matisse'i, Picasso'yu getirin, kimi getirseniz getirin hepsinin karşısında polka noktalarımla dimdik ayakta durabilirdim.'
*
Kusama kendini modern Alice olarak tanımlıyor. Lewis Carroll'un Alice'inin 60'lı yılların sonundaki hipi versiyonu O ve harikalar dünyası en az Alice'inki kadar renkli ve sonsuz.

Sonsuzluk takıntısının bence en şairane işlerinden biri Tate'deki sergisinde görme imkanı bulduğum 'Infinity Mirror'. Karanlık kare bir oda düşünün. Dört bir yanı aynalarla kaplı. Ve tavandan yere uzanan kırmızı sarı yeşil mavi  renkli ışıklar var. Yılbaşında çam agaclarının üzerine konan renkli yanıp sönen toplar gibi. Bu ışıklar bazen aynı anda bazen sadece kırmızı bazen sadece yeşil bazen mavi yeşil bazen sarı yanıyor. Ve sonra bu odanın orta yerinde duran kendinizi hayal edin!

*

'şiddetten ve savaştan nefret ederim. Insanoğlu çözüm bulmak icin sayısız yol denedi ama bunlar devam edecek. Nihayetinde kavganın temeli basit bir nedene dayanıyor: Erkeklerin penisi var. Erkekler o şeylere sahip oldukları sürece savaşlar ve şiddet de devam edecek' diyor Kusama ve işte bu sözler harikalar dünyasındaki en heyecan verici yolculugun çıkış noktası oluyor. Yayoi Kusma, psikomatik sanatıyla çağdaş Amerikan sanat alemini ilk kez seksle tanıştırıyor. 
1967 yılında 'body paint festival'-vücut boyama festivali- adı altında bir 'etkinlik' düzenliyor.
Manhattan 5.Caddedeki St Patrick's Katedrali'nin önünde sergilenen performansta bir grup genç kadın ve erkek üzerlerindeki kıyafetleri çıkarıp birbirlerini boyuyor, sonra öpüşüp sevişmeye başlıyor ve bu esnada 60 kadar Amerikan bayrağı yakılıyor. Günlerden pazar... Associated Press, The United Press International, New York Times.. herkesler orada. Etkinlik 40 kadar polisin çıplak hippilerin uzerine çullanmasıyla sona eriyor. Kusama aynı etkinliği, sonrasında kendi stüdyosunda gazetecilerin önünde sergiliyor. Sonra yeniden sokaklara çıkıyor.

Bu arada etkinliklerinde yer almak isteyen onlarca gönüllüden bir cast oluşuyor. Bu castın icinde ağırlıkı gay ve lezbiyenler var. Hippi ruhunun hızla yayıldığı, 'savaşma seviş' sloganlarının giderek daha yüksek sesle söylendiği o günlerde, Kusama'nın etkinlikleri de haliyle büyük ilgi goruyor. Castı genişliyor, takipçileri çoğalıyor. Ve o günler New York'ta akla gelebilecek her türlü seks servisinin sunulduğu günler. Gay lezbiyen seksin öne çıktığı klüp partileri, işadamlarına ya da politikacılara özel otel odası partileri, her tür fetiş seks şovlar vs vs...Ve böyle bir ortamda hem sokakta hem stüdyosunda gerçekleştirdiği etkinliklerle Kusama'nın adı 'Hippilerin Kraliçesi' olarak anılmaya başlıyor.

'Her etkinlikte 10-15 kanunu çiğniyorduk doğru ama bu durumun benim sanatımla hiç ilgisi yoktu. Evet hippilerle takılıyordum. özgür seksi destekliyordum. Ama ne uyuşturucuyla ne de lezbiyenlikle hatta seksin hiçbir biçimiyle ilgim yoktu. Her zaman ekiple arama bir mesafe koyuyordum. Bana 'sister'-kızkardeş- diyorlardı ve onlar için ben ne kadın ne erkektim, cinsiyetsizdim.'

Kusama çıplaklık ve seks üzerine etkinliklerini filmlere de dönüştürüyor. Bazılarında kendisinin de yer aldığı bu filmler çok sayıda uluslararası festivalden ödül alıyor. Ardından Kusama müzikalleri, Kusama moda şovları geliyor. Neye elini atsa altın oluyor, ses getiriyor. Amerika başta olmak üzere tüm dünyada hatırı sayılır bir isim haline gelen Yayoi Kusama, anavatanı Japonya'daysa bir şaklaban, seks manyagı, yüz karası gibi bir dolu yaftayla anılmakta. Kusama'yı hiç enterese etmiyor ancak hala Japonya'da olan anne babası ve kardeşleri bu durumdan hayli muzdarip. Annesinden sık sık 'ölseydim de bu günleri görmeseydim' benzeri cümlelerle dolu mektuplar alan Kusama, sadece işin bu yönüne üzülüyor.

*
Yayoi Kusama, 1970 yılında, ayrılışından tam 13 yıl sonra ilk kez Japonya'ya gidiyor. çıplak vücut boyama etkinliklerini Tokya'da sergiliyor ve koşarak Amerika'ya geri dönüyor. Japonya dönüşü kendini bir sanat simsarı olarak konumluyor ve yeniden tuvale, bu kez farklı ve birden fazla malzeme kullanarak dönüş yapıyor. Kusama hayatındaki tek ilişkiyi kendisi gibi sıradışı bir sanatçı  olan Amerikalı Joseph Cornell ile yaşıyor. Tanıştıkları gün Kusama'ya aşık olan Cornell bu ilişkiye onu şiirler, saatlerce süren telefon konuşmaları, resimler, mektuplarla ikna ediyor. Ancak 60'lı yılların ortalarında başlayan ve Kusama'nın 'romantik, tutkulu ama platonik' olarak tanımladığı bu ilişki Cornell'in 1972 yılında ölümüyle sona eriyor. Zorlu Japonya ziyareti sonrası bu ölüm, Kusama'yı derinden etkiliyor. Fizigi ve haleti ruhuyesi iyiden iyiye kırılgan hale gelince kendi isteğiyle bir akıl hastanesine yatıyor.

Kusama akıl hastanesine taşındıktan sonra da sanat yapmaya devam ediyor. 1978 yılından itibaren resim ve heykel çalışmalarının yanısıra aralarında kendi otobiyografisinin de yer aldığı kitaplar (şiirler, romanlar) da kaleme almaya başlıyor.

Yayoi Kusama bugün 83 yaşında, içinde bir stüdyo kurduğu o hastanede yaşıyor ve sanat yapmaya devam ediyor çünkü sanat onun ruh manifestosu!


P.S Bu yazıyı yazarken bol bol Ozric Tentacles dinledim. Buna vesile olan, sergiyi benimle gezen ve ayrıca 1 aydır benden bıkmadan Kusama dinleyen BP'ye teşekkürlerimle...


Londra, 14 Nisan 2012









No comments:

Post a Comment