Sunday, April 8, 2012

Domates biber patlıcan



Barış Manço’yla büyüyen çocuklardansanız bu şarkıyı bilirsiniz… Tuhaf sözleriyle dile pelesenk olan türdendir. Bu şarkıyı ben en son Borough Market’de dolaşırken mırıldandım. Burası London Bridge’de bir sokak pazarı. Londra sokak pazarlarıyla ünlü. Her semtte her gün bir tanesine rastlarsınız. Market adı verilen bu pazarların tezgahlarında türlü türlü şeyler satılır. Borough’dakilerde gurme lezzetler var. Ev yapımı zeytinyağları, çeşit çeşit reçeller, peynirler, İspanyol mezeleri, İtalyan sosları, tropik meyveler, sebzeler, şaraplar, likörler, çaylar… Aklınıza ne gelirse…

Yemek yapmayı severim. Bana göre yemek yapmak bir sanattır. Mühim iştir, zevk işidir, yetenek ve gusto gerektirir. Bunlara sahip değilseniz de iyi bir rehabilitasyon biçimidir. Hiçbir şey olmasa karnınızı doyurur. Özetle her türlü faydalı bir uğraştır.
Londra’ya geldikten sonra uzun süre, içine düştüğüm koşuşturmaca halinden ötürü pek yemek yapmaya fırsatım olmadı. Ta ki Borough markete yolum düşene kadar…
Tezgahlardaki cümbüş beni o kadar heyecanlandırdı ki sıkı bir alışveriş yaptım. Sonra da eve dönüp uzun zamandır yapabilir miyim acaba diye düşündüğüm körili tavuğu ve deniz mahsüllü pilavı pişirdim.
Busaba Eathai bizim Londra’da en sevdiğimiz Thai restoranı. Buraya her hafta bir gün mutlaka gideriz ve neredeyse her zaman bu ikiliyi sipariş ederiz. Her defasında da zevkten dört köşe oluruz. Benim tavukla pilav, Busaba’da yediklerimiz kadar olmasa da gayet başarıyla sonuçlandı. Tek sorun, yabancısı olduğum Hindistan cevizi sütünün teneke ambalajını açarken elimi adeta parçalamış olmamdı. En son ne zaman konserve açtınız? Ya da hayatınızda hiç konserve açtınız mı? Ben açmamışım meğer, çok zor işmiş!

*

Borough Market sadece lezzet avcıları için değil herkes için mutlaka görülmesi gereken bir Londra destinasyonu. Sadece Cumartesi günleri kurulan bu pazarda alışverişin yanı sıra yemek de yiyebiliyorsunuz. –Yeme içme aktivitesi hafta içinde de devam ediyor- Tezgahların pek çoğunda hazır yemek de satılıyor. Gözünüzün önünde taze taze malzemelerle pişen lezzetleri kalabalığın arasında yemek çok keyifli.
London Bridge’in hemen altındaki Borough marketten sonra Thames kıyısında keyifli bir yürüyüş yolu uzanıyor. Bu yol üzerinde pub ve restoranlar var. Ayrıca Shakespeare’in Globe tiyatrosu var. Globe, orijinal Shakespeare tiyatrosunun bir zamanlar bulunduğu yerde, aslına sadık kalınarak yapılmış. Orijinal tiyatro 1613 yılında yanmış. Bugünkü Globe ise aktör ve yönetmen Sam Wanamaker tarafından 1997 yılında inşa edilmiş ve Londra ahalisinin yeniden hizmetine sunulmuş. Globe’da yaz gecelerinde Shakespeare oyunları izleniyor. Açık havada yıldızların altında tiyatro, paha biçilmez!

Globe’dan sonra Tate Modern var. Avrupa’nın en önemli çağdaş sanat müzelerinden biri. Mevcut koleksiyonu, 1900’lerden günümüze kusursuz bir çağdaş sanat yolculuğu sunuyor. Ayrıca kaçırılmayacak sergilere ev sahipliği yapıyor. Tate’in galerilerini gezdikten, nefis manzaralı terasında bir kadeh şarap içtikten sonra hemen önündeki Milenyum Köprüsü’nden karşı kıyıya geçiyorsunuz. Yolda size Charles ve Diana’nın evlendiği, son günlerde adı Occupy London hareketiyle anılan St Paul katedralinin gölgesi eşlik ediyor. Milenyum Köprüsü’nü geçer geçmez de St Paul, ağırbaşlı babacan bir tavırla sizi adeta kucaklıyor.
Bu arada köprünün hemen bitiminde el arabasında ikinci el kitap satan bir ihtiyar var. Küçücük tezgahında yok yok.

*

St Paul bana Paris’teki Madeleine’i anımsatıyor biraz. Mimari olarak hiçbir benzerlikleri yok ama duruşları çok aynı. Hem şehirde bulundukları konum hem etraflarındaki hareket itibarıyla benzetiyor olabilirim. En çok da geniş merdivenlerinden ötürü sanırım. Hem St Paul’ün hem Madeleine’in önünde insanların oturup etrafı seyrederek, sohbet ederek, birşeyler yiyip içerek hatta kitap dergi okuyarak vakit geçirdikleri geniş merdivenler var. Bu merdivenlerde elbette bol bol flaş da patlıyor. Malum katedral, kilise vb fonlu fotoğraflar Avrupa seyahatlerinin vazgeçilmezi.










No comments:

Post a Comment